Ellerim, ayaklarım hareketsiz; başımsa öne düşmüş. Usta bıçak darbelerinden var olmuşum, tahtanın sertliğine kafa tutan elmacık kemiklerim, küt burnum zımparaların eseri. Kelamsız dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme… Derince oyulmuş çukurluklara yerleştirilmiş uyku bilmeyen gözlerim… Dümdüz alnım, olmayan kaşlarım, kirpiklerim donuk yüz ifademin son parçaları.
İpler… İnce upuzun… Küçük delikler var üzerimde; bizi birbirimize bağlayıp, iradeyi her defasında o tahta çubukları tutan eski marangoz çırağına veren.
Küçük gaz lambasının aydınlığı altında gecelerce uğraştı ellerimle, ayaklarımla. Parmaklarımı, tırnaklarımı şekillendirdi, ipleri geçirdiği o küçük delikleri ince ince hesapladı. İşte o gece, onca çabası tahta çubukları yukarı çekmesiyle ayaklanıverdi. Sahip olduğu ilk sır artık tek parçaydı. Tıpkı rüyalarında gördüğü gibi ve bu gece o rüyalardan birinin devamıydı. Arada geçen onca yıl, defalarca altından kalkamadığı kalaslar, içinde uyandığı o ıslak talaş kokusu silik bir hikayeydi artık.
Başımı, gövdemi sıkıca kavrayıp özenle bavuluna yerleştirdi beni. Birkaç parça eşyayı da yanıma koyup bavulun kapağını kapadı. Yola koyulduk, ekmek yediği kapıya bir parça kağıt sıkıştırarak: “Affeyle ustam, ben edemedim senin gibi. Somyalar, tel dolaplar, kasnaklar yetişemedi içimdeki hevese. Can vermeli o tahtalara… Affeyle beni…”
Uzun zaman kıyı köşe süründük, gezdik. Beni kendisiyle bir etmeye çalışıyordu, lakin beceremiyordu Mustafa. Konuşsa elim kolum duruyor, elimi kolumu oynatsa sesim çıkmaz oluyordu. Tam becerdim derken ipler karışıveriyor, çubuklar elinden kayıyor, katettiği arpa boyu yol da heder oluyordu. Yorulup da başını ellerinin arasına alıp “Amma da zormuş ha! “ dedikçe korkar olmuştum, beni bir kenara atıverecek diye.
Aylar sonra kapak attığımız bu çadır tiyatrosu kurtuluşum(uz) olmuştu. Hiç değilse birkaç gece sandalyeler doluyordu. Çevre köylerden de gelenler oluyordu, çoluk çocuk… İşler oturmaya başlayınca yeniden bıçağa, talaşa, zımparaya esir düştü Mustafa. İrili ufaklı, tahtadan canlar… Yepyeni, pırıl pırıl… Her biri gösterilere, sandıktaki köşeme, dahası Mustafa’ya ortak çıkar olmuştu. Seyre gelenler de çadırın sahibi Sihirbaz Kemal de memnundu olan bitenden. Ne onlar eskidiğimi fark ediyordu, ne de Mustafa ilk göz ağrısını gözden çıkardığını. Oraya buraya çarpan tahtadan parmaklarım çatlıyordu hafiften, birbirine ek edilmiş bacaklarımın vidaları gıcırdıyordu artık.
Vakti gelmişti. İpler bir defa da benim elimde olsa, gidebilsem diyordum. Mustafa azat etse beni, ya da kilitleyiverse bir sandığa. Çıkmayan sesim soluğum kesiliverse karanlıkta. Eli yüzü kire batmış çocuklardan birinin eline tutuştursa beni, o da kesse ipleri, ortak olsa firarıma… elim ayağım tutsa özgür olsam…
Her gece olduğu gibi yine aynı oyunun içindeydik. Mustafa’nın tahta çubukları yukarı çekmesiyle başlıyordu gösteri. İlk önce başım geriye atılıyordu, manasız gözlerimle buluşan günden güne büyüyen küçük çırağımın bir çift kara gözü. Kirden rengi koyulaşmış topuklarımın üstüne dikiliyordum sonra. Hangi ip çekilirse elim kolum ayağım o yana… mimiksiz hallerime telafi: oynayan başım… sahnenin önünü kaplamış birkaç sıra çocuk, bakışlarında yanıp sönen o bildik merak…
Oyun bitip de çadır boşaldıktan sonra Mustafa yine sandıklara yerleştirdi bizi. Lambayı alıp, ıslak talaş kokan o izbe bölmeye daldı. Bir zaman sonra bir ses duydum, sandığın kapağı gıcırtıyla aralandı. Sızan ışıkta tam seçemesem de o gece seyirdeki çocuklardan birine benzettim geleni. Uzattığı küçük eliyle beni kaptığı gibi çadırdan çıktı, sıkı sıkı yapıştığı kolum omzumdan ayrılmak üzereydi. Nehrin başına geldiğimizde ne yapmaya çalıştığını anlamıştım, hayalim gerçek mi oluyordu ne? Mustafa’nın “Etmeee!” diye bağırdığını duyduğumda çubuklarla iplerin de benimle savrulduğunu gördüm. İpler kaçışımdan intikam almak ister gibi boynuma dolandı. Hızla akan suyun üstünde sürüklenmeye başladım. Taşların arasında su nereye atarsa oraya gidiyordum. Evet, işte yine ipler bir başkasının elindeydi. Nehir yorgun, tahta bedenimi taşlara çarpmaya başladı. Çarptıkça, özenle yontulmuş yüzüm çatladı, kollarım ellerim, bacaklarım ayrıldı birbirinden. Günler boyu sürdü firarın eziyeti.
Su aktıkça; ayrıldım, parçalandım..
— Evrim EGE, 2010