1960’lar 70’ler Selim İleri’nin deyimiyle “üç Kemal’ler” dönemidir. Kemal Tahir, Yaşar Kemal ve Orhan Kemal. Üslup açısından birbirinden fersah fersah uzakta olan bu kalemler, o dönem okuyucusu tarafından daha da uzaklaştırılır aslında. İlla Yaşar Kemalci, illa Kemal Tahircidir okurlar. Hepsi birden okunamaz mıydı, her bir kalemin keyfi ayrı sürülemez miydi, tartışılır elbette. Biz asıl meselemize, 1910 senesinde dünyaya gelen İsmail Kemalettin Demir’in Kemal Tahir olma hikayesine gelelim.
Yazar: Evrim Yanıkoğlu
Kitapları çok sever! Çok fena yazar ve yayın evi seçer. Sevdiği yazarları okumaktan büyük keyif alır. En büyük tutkusu yazmaktır.
“Şairin hayatı şiire dahil”
Şiir, düşünceyi mümkün olduğunca az sözcükle ifade etme sanatı olarak tanımlanabilir. İyi şair -çoklarına göre- bir sözcüğe bin anlam yükleyebilen şairdir.
O bir tek sözcük, yazılmamış binlerce sözcüğün yükünü taşır. Sözcükleri bu denli özlü kullanabilen ender şairlerden biridir Cemal Süreya. Şiirin dil örgüsünü, sözcük düzeyine indirgemeden, şiirin bütünlüğünü bozmadan yeni ve sihirli sözcükler üretir. Kendi deyimi ile “dilde yangın çıkarır.” Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk şair kuşağındandır Süreya. İlk ve orta öğrenimde Arapça ve Farsça yerine batı diliyle karşılaşmış, yazmayı Latin harfleriyle öğrenmiş, arı Türkçe sözcüklerle yazmaya, konuşmaya alışmış, Osmanlının sarsılan çatlayan egemenliğinin dışında tedirgin bir kültürle dünyaya bakmaya çalışmış talihsiz ama dayanıklı bir kuşak olan 30 doğumlulardandır. Bir bakıma yetim, bir bakıma yeni toplumun ilk tohumları…
Sallanan Sandalye
Bilmem ki nereden başlamalı anlatmaya? Çok da uzaktan değil, aslında yakın bir yerlerden geliyor sesim. Yılların gıcırdattığı şu sallanan sandalyenin arka ayağından sesleniyorum. Nereden geldiğimi, miladımı sorarsanız cevaplayamam. Zira; pek anımsayamıyorum o zamanları. Salonun en güzel köşesine kurulduğum vakti hesaba dökmeye kalkarsak, demirbaş sözü bile hafif kalır. Tabir-i caizse bu evin köşe başıyım ben.
Parana Yazık
Güneşi ensemde iyiden iyiye hissetmeye başladığımda anlamıştım, şehre otostopla gitmenin pek de parlak bir fikir olmadığını. Bu durumu fark etmek için geç kalmış olsam da elimdeki dosyayla başımı gölgede tutmayı akıl edebilmiştim. Köyün muhtarı sokmuştu aklıma bu otostop işini. “Parana yazık hocam, çıkıver köyün girişine. Ora kestirme ya, kamyon pek çok geçer. Atıverirler seni de şehre.”
Hatıralarıyla Orhan Kemal
“Ben de deh’rin çekmeğe geldim deh’re.”
Dedesi Orhan Kemal’in doğumunu, Çanakkale’de topçu subayı olarak görev yapan babası Abdülkadir Kemali’ye bu telgrafla bildirir.
Taş Ötüyor
Bugün adamın birini sana benzettim. Benzetmek ne kelime, peşine bile takıldım. Arkadan aynı sana benziyordu. Ensesi kat kattı, boynuna doğru kızarmış. Saçları kısaydı, tıraş olmuştur dedim. Seyrek, kıvırcık, üç numara… Ayaklarını da dışa dışa basıyordu senin gibi.
Tahtadan Canlar
Ellerim, ayaklarım hareketsiz; başımsa öne düşmüş. Usta bıçak darbelerinden var olmuşum, tahtanın sertliğine kafa tutan elmacık kemiklerim, küt burnum zımparaların eseri. Kelamsız dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme… Derince oyulmuş çukurluklara yerleştirilmiş uyku bilmeyen gözlerim… Dümdüz alnım, olmayan kaşlarım, kirpiklerim donuk yüz ifademin son parçaları.
Bırak Artık, Hayal Bunlar!
Hayal dediğim şey bu mu? Ucundan tutunup gittiğim sen misin? Rüzgarının içinde ayaklarımı yere değdirmeye gerek bile duymadan, gözlerimi kapayıp savrulduğum…
Kendini Okuyan Şair: Cahit Zarifoğlu
1960’lı yıllar… Cumhuriyet sonrası Türk edebiyatının kendini iyiden iyiye tamamladığı, çeşitli dergilerin etrafında toplanan gençlerin edebiyata adım adım dâhil oluşuna şahitlik eden güzel zamanlar… “Yazar” sözcüğünün kıymetinin hâlâ bilindiği -en azından yazın dünyamız adına- özlenilesi yıllar… İşte Cahit Zarifoğlu da böyle zamanlarda kalemini gezdirmeye başlar Türk edebiyatında…