“Oğlum daha hızlı koşun lan!”
“Arkaya baktınız mı? Adam geliyor mu?”
“Saçmalama oğlum! Sakın arkanıza bakmayın, koşun, koşun, yakalanmayın!”
“Hohahaha!”
Umut, bu kargaşaya anlam verememiş halde, telaşla arkadaşlarına yetişmeye çalışıyordu. Az önce arkadaşları bir bakkala girmişti, Umut ve Muhammet dışarıda beklemişlerdi. Bir şeyler alıp çıkacaklardı, herhalde.
Buraları ilk kez görüyordu. Bir saatlik öğle arasında genelde bir şeyler atıştırıp, okulun bahçesinde top oynarlardı ama bu kez bir kaç arkadaşı hadi bakkala gidelim, hastane yanına, demişti ve diğerleri de onların peşine takılınca Umut da aralarına katılmıştı.
İçeri girdikten bir süre sonra Enes ve Tarık dışarı çıktılar ve cips standındaki cipsleri elleriyle hızlı hızlı yoklamaya başladılar ve aradıklarını bulduklarında hemen banttan ayırıp, önlüklerine sıkıştırdılar. Böyle iki-üç tane cips aldıktan sonra elleriyle Umut’lara da işaret edip, hızla koşmaya başladılar. Umut ve Muhammet de koşmaya başladı. Sonra arkadan diğerleri de bakkaldan çıkıp, onlara yetişmeye çalıştılar.
Dört beş dakika koştuktan sonra, dönüş yolundaki çeşmenin orada durdular. En son çıkanlar da biraz sonra yetiştiler. Herkes nefes nefeseydi. Arkalarında kimse yoktu.
Umut yaşananları tam olarak anlamlandıramıyordu. Az önce arkadaşları bir hırzıslık yapmışlardı ve o da istemeyerek de olsa alet olmuştu ama tam olarak farkında değildi. Enes önlüğünden bir cips çıkarıp, paketini açtı ve içindek tasoyu bulup, hoaaa, tazmanya canavarı, diye gürledi ve Tarık’a gösterdi. Sonra neşeyle cebine atıp, cips paketini Umut’a uzattı. Eliyle hayır işareti yapıp, sağ ol, dedi. Çok düşünmemişti, reflesk olarak reddetmişti. Sonradan bu davranışına sevinecekti. Sen bilirsin deyip, diğerlerine uzattı.
Hep beraber çeşmenin üstüne çıktılar. Bir sürü çürük çarık elma vardı ortalıkta. Bahçenin yukarısına doğru baktı Umut ama elmaların kaynağını göremedi. Çok yukarıdaydı herhalde.
Sonra çeşmenin üstündeki kapağın yanında kitap gibi bir şey gördü Serkan. Koşup eline aldı, diğerleri de yanına seyirtti hemen. Hepsinin yüzü kızardı, ağızları kulaklarına vardı ve gülmeye başladılar. Hassiktir, dedi Serkan. Umut da kenardan baktı sonra. Bu epey yıpranmış bir dergiydi, yağmur altında kalmışa benziyordu. Üstünde de çıplak kadın fotoğrafları vardı. Utandı, başını çevirdi. Gel, gel, bak, bir şey olmaz, deyip cesaretlendirdiler önce, kolundan çekiştirdiler. Israrlar işe yaramayınca ulan, sen de erkek olucaksın haa, deyip alaya aldılar ve derginin sayfalarını çevirmeye devam ettiler.
Sonra Tarık elmalardan birini yerden alıp, yola attı. Bir tane daha. Yolla aralarında beş on metre mesafe vardı. Diğerleri de birer birer katıldılar. Derken yukarıdan bir aracın geldiğini fark ettiler ve ellerindekileri bırakıp durdular, fakat Tarık hemen bir elma daha aldı ve araç yaklaşana ve çeşmeyi biraz geçene kadar bekledi. Sonra tüm gücüyle aracın arkasından fırlattı. Tam isabet! Elma etrafa kahverengi parçalar saçarak aracın arka camında parçalanmıştı. Araç ani bir manevra yaptı sağa sola, sonra düzeldi ve kornaya asıldı saniyelerce. Annene selam söyledi, dedi Enes, sonra ağız dolusu güldü. Diğerleri de onunla beraber. Asıl ben senin ananııı, diye bağırdı Tarık, aracın arkasından birkaç elma daha savururken ve o da güldü.
Umut bir rüyanın içindeydi sanki. Olaylar etrafında hızla ve onun kontrolü dışında cerayan ediyor, o da bir kenardan izliyordu. Harry Potter’daki düşünseli, gibi.
Aslında tam da öyleydi. Yaşananların farkına, yıllar sonra bu anı aklına geldiğinde varmıştı çünkü.
Bakkal onları yakalasaydı ya da birileri görüp, onları tanısaydı, hırsız damgası yiyebilirlerdi ya da Bakkal işin peşine düşüp, okullarına gitseydi. Çevrede başka okul yoktu çünkü, büyük aptallıktı yaptıkları.
Tarık’ın vurduğu araç, kaza yapıp, yamaca savrulabilirdi, içindekiler ölebilirdi. Yolun kenarı uçurumdu çünkü. Ne kadar tehlikeliydi.
Oralarda bir sapık olabilirdi, dönüş yolunda yürüdükleri ağaçlık, ıssız alanda aralarından birini, hatta Umut’u alıkoyup, istismar edebilirdi.
Çocukluğu nasıl bu kadar farkındalıktan uzak, tehlikelere açık geçebilmişti? Ailesi, öğretmenleri, hiç kimse mi ona öğretmemişti bir şeylerin yanlış olabileceğini ve yanlış bir şeyler olduğunda anlatılması, yardım istenmesi gerektiğini?
Yoksa anlatılsaydı da bir şey değişmez miydi?
Yıllar sonra, bir yetişkin olduğunda etkinliğine katıldığı bir eğitimci, şöyle bir tanım yapmıştı: Dört tarafı dikenli tellerle çevrili, avlusuna belli saatlerde çıkılabilen ve diğer saatlerde içindekilerin istemeseler de içeride tutulduğu bina. Bu neyin tanımı olabilir diye sormuştu sonra. Herkesin aklına hapishane gelmişti tabii. Beklediği cevabı alan eğitmen, bir okul fotoğrafı göstermişti onlara. Doğruydu aslında, bu tanıma okul da uyuyordu ve umut da hak vermişti okulun başka türlü olabileceğine fakat şimdi düşününce, belki de bu önlemler içeridekileri hapsetmek için değil de, onları dışarıdakilerden, dışarıdaki belirsizliklerden, kötülüklerden uzak tutabilmek içindi. En doğru çözüm değildi mutlaka ama kökeni iyiydi sanki.
Çayını soğuttun, dedi Emine, yine hangi işe daldın? Haa, yok ya, dedin ya çocukluk büyük aptallık, diye, onu düşünüyordum, gerçekten de öyle. Çok savunmasızdık çocukken, çok bilgisizdik. Mesela benim bir porno dergisini kazayla da olsa ilk görüşüm ilk okul dördüncü sınıfa denk geliyor. Gerçi o zaman pek ilgilenmemiştim. Sonra amca oğlunun evinde de görmüştüm. O zaman orta ikideydim sanırım ama bu sefer çok ilgimi çekmişti. En son parmağını yüzümün önünde şıklatıp, dünyaya dön, demişti Selim abi.
Emine’nin gülümseyen yüzüne bakarken, bir gün çocukları olabileceğini ve onu nasıl yetiştireceklerini düşündü. Orta okuldan beri baba olmak istemesinin bir sebebi vardı muhakkak. Daha hiç sevgilisi olmamış, kimsenin kalbi onun için çarpmamıştı ama o baba olmanın hayalini kurmuştu.
Soğuk çayının buruk tadına bakarken, Çınar, dedi, güzel isim.. Masal da.