1960’lı yıllar… Cumhuriyet sonrası Türk edebiyatının kendini iyiden iyiye tamamladığı, çeşitli dergilerin etrafında toplanan gençlerin edebiyata adım adım dâhil oluşuna şahitlik eden güzel zamanlar… “Yazar” sözcüğünün kıymetinin hâlâ bilindiği -en azından yazın dünyamız adına- özlenilesi yıllar… İşte Cahit Zarifoğlu da böyle zamanlarda kalemini gezdirmeye başlar Türk edebiyatında…
Bir yaz sabahı babasının görevi gereği bulundukları Ankara’da dünyaya gelir Abdurrahman Cahit Zarifoğlu. Bir hukukçu olan babası Niyazi Bey’in görev yerinin sıkça değişmesi sebebiyle ailede sorunlar yaşanmaktadır. Nitekim sorunlar zamanla büyür, anne ve babası boşanır. Niyazi Bey’in ikinci bir evlilik yapması sonucunda annesi ile kalır Zarifoğlu ve bir nevi babasız büyür. İleriki yıllarda kişiliğinde de yer edecek olan “yalnızlık” olgusu, bu olay sonrasında temellerini atmaya başlar çocuk aklında. Zor bir çocukluk geçirir. Bir şiirinde: “Ne korkunç birikimdi çocukluğum” dizesiyle itiraf edeceği kadar zor… Kendini gerçekleştirebileceği bir ortam yoktur evde. Yapmak istedikleri kısıtlanır zaman zaman, bu yüzden evde tek kalacağı anları iple çeker. O zamanlarını “Yaşamak” isimli eserinde şöyle anlatır: “Evdekiler gidince radyoyu kurcalayıp klasik batı müziği çalan bir yer arardım, rastlayınca durur dinlerdim. Bu ne demek? Bir çocuğun klasik müzik dinlemesi ne demek? Anlıyor değildim elbet, bugün bile anladığımı söyleyemem. Ama dinlerdim işte.”
Aile hayatının çalkantısıyla eğitimi de sekteye uğrar Zarifoğlu’nun, farklı farklı yerlerde tamamlar öğrenimini. Siverek’te başladığı ilkokulu Maraş ve Ankara’da tamamlar. Kızılcahamam’da başladığı ortaokulu da Maraş’ta tamamlar. Hayatının dönüm noktası sayılabilecek olan lise eğitimini yine Maraş’ta alır. Lisenin ilk yılında dâhil olduğu arkadaş grubunu gelecekte edebiyat dünyasında birer isim olacak kişiler oluşturmaktadır. Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören ve Erdem Beyazıt ile aynı sıraları paylaşır.
Sessiz ve içine kapanık bir gençtir Zarifoğlu. Bu aşırı suskunluk zaman zaman yanlış anlaşılmalara da sebep olur. Kimi arkadaşlarının gözünde duyarsız ve oldukça vurdumduymaz bir görüntü oluşturur sessiz hali. Yanlarında olduğu halde sohbetlerine iştirak etmemesi bu yanlış fikrin oluşmasında büyük bir etken olur. Arkadaşları Zarifoğlu’nun durgun ve sürekli düşünen halini karşılayan bir lakap da bulurlar ona: “Aristo Cahit.” Kendilerini dinlemediğini, umursamadığını düşünen bazı arkadaşları, o yıllarda yaşadıkları, paylaştıkları çoğu olaya Zarifoğlu’nun şiirlerinde ya da günlüklerinde rastlayınca şaşıracaklardır. Zira Aristo Cahit; neredeyse her duyduğunu, her gördüğünü kaydeden müthiş bir gözlemcidir.
Yaşıtlarının aksine edebiyatla ziyadesiyle haşır neşir olan bu arkadaş grubunun yazıp çizdiklerini paylaşma olanağı okul dergileri olan “Hamle” ile doğar. Bu süreçte garip olan, o grubun içindeki herkesin birbirinin şiire ya da öyküye adım atış hikâyelerini aşağı yukarı bilirken; Zarifoğlu’nun şiir yazmaya ne zaman ve nasıl başladığını hiçbiri bilmez. Onlara göre: “O zaten şiir yazar veya şiir yazmaz gibi yazardı.” Cahit Zarifoğlu’nun daha sonra yazacaklarının haberini veren delikanlılık şiirlerini okul dergisi için şiir verdiğinde fark ederler.
O yıllarda başka ilgi alanları da vardır Zarifoğlu’nun. Mektuplaştığı Enver isminde bir teğmen vasıtasıyla bir planör kampına katılır ve uçuş brövesi alır. O sıralarda odasının duvarlarını da uçak resimleriyle donatır. Teğmen Enver ve kamp komutanının talihsiz bir uçak kazası sonucu ölmeleri uçuş sevdasını noktalar Cahit Zarifoğlu’nun. O ölümlerin ardından duyduğu üzüntüyü anlatan bir yazı kaleme alır, o yazı 1958 yılında “Türkkuşu” dergisinde yayımlanır. Sonraları harp okuluna gitmeye niyetlenen Zarifoğlu’nun karşısına, muayene sırasında tespit edilen göz ve kulak rahatsızlıkları çıkar.
Aynı senelerde bir diğer merakı da güreştir. 47-48 kilo civarında -güreş için hayli zayıf- olmasına rağmen Alaaddin Özdenören’le birlikte Maraş Güreş Kulübü’ne kaydolur. Birkaç defa Zarifoğlu’na yenilen Özdenören o günleri şöyle anlatır: “Cahit müthiş güreş tutuyordu. Sonra dikkat ettim, çok güzel teknikler, çok güzel oyunlar biliyordu. Hatta kimsenin baş edemediği, güçlü kuvvetli bir Halil’imiz vardı. Kendi aramızda bir müsabaka var, eşleştik. Cahit’in payına Halil düştü. Ben içimden diyorum ki, şimdi bu Halil Cahit’i ezer. Birkaç dakika içinde Cahit Halil’i devirdi. Çok ince bir tekniği vardı. Şiir gibi güreş tutardı.”
Lisenin son yılında Rasim Özdenören’in mezun olup İstanbul’a gidişiyle grupları dağılır.
Alaaddin Özdenören’in ve Cahit Zarifoğlu’nun iki dersten kalmaları sonucunda mezuniyetleri uzar. O grup içinde cebirden en iyi anlayan Zarifoğlu’dur, takıntısı olanlara ders verir. Fakat neticede bir yıl edebiyattan, iki yıl da cebirden olmak üzere mezuniyeti üç yıl gecikir. Hocalarının ve çevresinin tüm ısrarına rağmen kitap açmaz. Belki de “Ben bu kadar cebir bileyim, ama sınıfta kalayım.” gibi bir düşünce onun kitap açmamasına sebep olur. Alaaddin Özdenören’in de kalan derslerini verip İstanbul’a gitmesiyle Zarifoğlu tümden yalnız kalır. Maraş’ta kendi ruhunu doyuracak bir arkadaşı kalmadığından katı bir yalnızlık dönemi geçirir.
Zarifoğlu’nun yazıları o sırada Maraş valisi olan Orhan Akbay’ın dikkatini çeker ve Zarifoğlu valinin yanında gazetecilik yapmaya başlar. Vali ile birlikte köyleri ve kasabaları dolaşır. O dönemde son imtihanına da Vali Bey tarafından bizzat götürülür. Mezun olduktan sonra da İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek tahsile başlar.
Şiir çalışmalarına süratle devam eder Zarifoğlu o yıllarda. Maraş’ta birlikte olduğu arkadaşlarıyla bir araya gelmiştir ve yazdıklarını paylaşmak adına “Açı” isminde bir dergi çıkarırlar. Ne yazık ki “Açı”, tek sayılık bir deneme olarak kalır. Bunun üzerine şiir çalışmalarını “Yeni İstiklal” gazetesinde “Abdurrahman Cem” ismiyle yayımlamaya başlar.
Fakülte yılları yalnız edebiyat açısından değil, Cahit Zarifoğlu’nun kendini bulması adına da büyük önem taşır. Maraş’tan beri içinde bulunduğu arkadaş grubunun çoğu zaman şaşkınlıkla karşıladığı cesaret isteyen işlere kalkışır. Deniz yolculuğunu, enginde bulunmayı seven Zarifoğlu sırf denizi yaşamak, bu sevginin hakkını vermek için Suadiye’de deniz motoru kiralayan birinin yanında bir yaz geçirir. Motorcunun kulübesinde yatar kalkar, bir yandan da motor kiralayanları botla motora kadar götürür, gelenleri de karşılayıp kıyıya getirir. Bu iş karşılığında para almaz, arkadaşlarının deyimiyle “bot tokluğuna” çalışır. O yıl denizin tadını doyasıya çıkarır ve o çevreye mahsus arkadaşlıklar kurar. Uzun yıllar görüşmeye devam etmelerine rağmen o insanlar Zarifoğlu’nun gerçek kimliğini bilmezler, onu Cem ismiyle tanırlar. Alaaddin Özdenören o dönemde aralarında geçen bir konuşmayı şöyle anlatır: “Bir gün ‘Yahu, sen bu insanlarla nasıl oluyor da bir arada oluyorsun, bundan haz duyuyorsun? Seni tanımıyorlar bile…’ dedim. ‘Sizin o entellektüel ortamınız bana sıkıntı veriyor. Ben o sıkıntıdan kaçıyorum, siz hep aynı şeyleri tekrar ediyorsunuz. Onlarsa burada capcanlı yaşıyorlar.’ dedi”
Üniversiteye devam ettiği yıllarda “Diriliş” dergisinde yazıları düzenli olarak yayınlanır. Diriliş’in yanı sıra “Papirüs” ve “Soyut” gibi dergilerde de kendini gösterir. İlk kitabı olan “İşaret Çocukları”nı bu yıllarda taksitle bir matbaaya bastırır. Aylık iki yüz elli lira olan öğrenci kredisini de matbaaya verir. Bu dönemi Yaşamak’ta şu satırlarla anlatılır: “Aybaşında bankadan parayı alırdım ve matbaaya kadar zengin yürürdüm.” Gayretli birkaç dostu tarafından bir kısmı satılır kitapların, bir kitapçı da % 50 tenzilatla yüz tane almayı kabul eder. Kalan kitapları koyacak bir yer bulamadığından bir arkadaşının yakınına teslim eder, aylar sonra kitapların teslim ettiği yerden Cağaloğlu yokuşundaki bir kitapçıya düşmeye başladığını fark eder. Elinde kalmadığı için kendisi de gidip oradan satın alır ilk kitabını. Teslim ettiği yerde kalan kitaplar aylarca arayıp sorulmadığından, o kış bıraktığı yerde odun niyetine yakılır.
Edebiyat çevrelerinde az da olsa bir tanınmışlık sağlamıştır artık. Almancasını geliştirmek adına ikişer aylık sürelerle iki kez Almanya’ya gider, bu süre zarfında cesaret gerektirecek bir iş daha yapar: Avrupa’yı otostopla gezer.
Üniversitenin ardından doktora yapmak ister, sınava girer ve kazanır. Eğitimine başlar; fakat doktora bursu bulamadığından aynı zamanda da çalışmak zorunda kalır ve ikisini birlikte yürütemez, eğitimi yarıda kalır.
Bunun üzerine askere gider, kıta hizmetini Sarıkamış’ta ve Kıbrıs Harekâtı sırasında Kıbrıs’ta tamamlar. Ödeyemediği öğrenci kredisi başına dert açar askerdeyken. Babası ve kendine kefil olan Maraşlı bir arkadaşı zor durumda kalır. İns hikâyesinin de içinde bulunduğu bazı yazılar, henüz tamamlanmadığı halde, Zarifoğlu’ndan habersiz, borcu ödemek için telif karşılığı yayımlanır. Duyduğunda çok üzülen Zarifoğlu’nun elinden bir şey gelmez. Askerden dönüşünün ardından çeşitli kurumlarda tercümanlık yapar, bir yandan da arkadaşlarıyla birlikte Mavera Dergisi’ni çıkarmaya başlarlar.
Mavera dergisinin çıktığı zamanlar, Cahit Zarifoğlu’nun şairliğinin doruğa ulaştığı yıllara denk gelir. Orada yayımlanan şiirlerinin yanında okur mektuplarını ve onlara verdiği cevapları da yayımlamaya başlar Zarifoğlu. Bu mektuplaşmalar, yeni yeni edebiyata koyulanlar için güzel bir yol açar, bir nevi usta çırak ilişkisi içerisinde yetişmeye başlarlar. İlerleyen yıllarda diğer şiir kitapları yayımlanır, birkaç yıl sonra da masallarını kitaplaştırır.
Uzun yıllar yavaş yavaş içine işleyen, sebebi bir türlü anlaşılamayan ağrıları artmaya başlar Zarifoğlu’nun. Çok önemsemese de zaman zaman günlük yaşamını sekteye uğratacak kadar ağırlaşır hastalığı ve daha kırk yedi yaşındayken aramızdan ayrılır.
Cahit Zarifoğlu çevresince yeterince benimsenen bir şair değildir, çünkü çevresi çok daha başka önceliklere ayarlıdır. Daha başlangıçta anlaşılmaz şeyler yazan şair olarak damgalanmıştır zaten. Onun şiirini sorgulayanlara: “Anlaşılmaz bulunuyordu da ondan müstağni kalınamayışın sebebi neydi?” diye soruyor Rasim Özdenören.
Zarifoğlu kimilerine göre anlaşılmaz, kimilerine göre çeşitli akımların etkisinde kalmış, kimilerine göre de kapalı bir kutu denecek bir şairdir. İçinden geldiği gibi, yaşadığı gibi yazdığını, ifadelerinin çoğu yerde dolambaçlı oluşunun özentili yazma hevesinden değil, nasıl yazması gerekiyorsa onun hakkını verme kaygısından ileri geldiğini o yaşarken çok az kişi fark etmiştir.
Cahit Zarifoğlu, bu dar kapsamlı yazı içerisinde değinebildiğim kadarıyla kısa ömrünü edebiyata böyle dâhil etmiştir. Yaşasaydı daha neler yazacaktı kim bilir demekten kendimi alamadığım bu ömrün en büyük derdi kendini anlatamamaktır belki de. Çok fazla dürüst ve cesaretli oluşu, edebiyat adına çoğu yazarın, şairin itiraf edemeyeceklerini rahatça dile getirişi bile kendini anlatmasına yetmemiştir kimi zaman…
“Bir okula mensup olmadım, ustam da olmadı. Rilke’nin etkisinde kalmış olabilirim. Ama onu hiç tanımadan zaten ovari yazıyormuşum, öyle demişlerdi. Daha çok kendimin etkisinde kaldım. En çok okuduğum şair Cahit Zarifoğlu’dur. Hani etkisinde kaldığım Rilke’den okuduğum şiir sayısı da onu geçmez. Sistemli bir edebiyat okuyucusu olamadım. Edebiyattan sınıfta kalabilirim. Yerli edebiyatı, hele edebiyat tarihini hiç bilmem. Bunları bir gün itiraf edeceğimi biliyordum.”
Biyografi: Cahit Zarifoğlu
— Evrim EGE, Nisan 2010